Sezen Aksu'nun ‘Aç Kardelen Aç’ ve ‘Ünzile kaç koyun ediyor, dayaktan uslanalı artık soru sormuyor ‘ şarkılarıyla sessiz çığlıkları duyulur ...
Ankara’nın merkezinde, köklü ve en gözde kolejlerdeki çalışma hayatım sırasında doğuya, en uzağa, hayatımda hiç görmediğim ve yalnızca Türkan Saylan'ın kız çocuklarının okuması ve İbn-i Haldun ‘un “Coğrafya kaderdir” söylemine meydan okuyan çabası sayesinde aşina olduğum, Sezen Aksu'nun ‘Aç Kardelen Aç’ ve ‘Ünzile kaç koyun ediyor, dayaktan uslanalı artık soru sormuyor‘ şarkılarıyla sessiz çığlıkları duyulur hale getirmesi sayesinde kalbimdeki sızıya kulak verebildim.
Belki çok geç kalmıştım kardelenlerin açmasına yardımcı olmak için ama hayat yolculuğuma baktığımda hiç bir şeye kolayca sahip olmadığımı ve her neyi istemişsem kendi çabam, direncim ve mücadeleci ruhum sayesinde elde ettiğimi görmüş olmak yeni bir ateşi yakmamda beni harekete geçiren duygum oldu. Doğuya hiç gitmemiştim, başka bir dilin konuşulduğu ve kültürü, yaşam tarzı, görenek ve gelenekleri bambaşka olduğu anlatılan o uzak diyarlara hiç gitmemiştim. Kolejde çalıştığım süre zarfında sözleşmemi yenilemeyeceğimi ve atanmaya karar verdiğimi müdürümle konuştuğumda emin olup-olmadığımı sormuş, müdür yardımcım ise ‘Nasıl böyle radikal bir karar alıp hayatını tamamen değiştirebiliyorsun Özge hocam’ diye sormuştu. Neden korkacaktım? Orası da benim memleketimin bir parçası değil miydi? Ben bir eğitimci değil miydim; fırsat eşitliğine inanan, çocuklarının hayal gücünü test sorularından daha çok önemseyen, aydınlık yarınları ancak sağlam temellerde yetişen çocukların sayesinde olacağına inanan ben değil miydim? Öyleyse kolejde sınırsız imkanlar, laboratuvarlar, bilim ve teknoloji şenlikleri, partiler ve devasal oyuncaklar içinde eğitim alan,3 yaşında piyano başına oturan, 5 yaşında sahnede bale yapıp İngilizce tiyatro yapan çocuklar köy çocuklarından neden daha üstün olsun ya da neden ben bu eşitsizliğe göz yumacaktım?
Son 4 yıldır görüşmediğim, saatlerce sohbet edip tartışmaktan büyük keyif aldığım, hayata karşı duruşunu, olayları analiz ediş tarzını, ileri görüşlülüğünü, zekâsını çok beğendiğim felsefe öğretmeni olan bir arkadaşım bu kararı alabilmemde en büyük katkısı olan insanlardandı. Beni uzun uzun dinledi, süreci nasıl sağlıklı yönetebileceğim ve neler yapmam gerektiğini anlattıktan sonra “İstifa et Özge, memleketine ailenin yanına dön, odana kapan, ders çalış ve atan. Sana inanıyorum.” demişti. Alper beni anlamıştı ve bana inanmıştı. Yanılmış olamazdı. Geniş bir kitle böyle bir zamanda çok zor, gereksiz, zaman kaybı gibi görse de Alper bana inanmıştı. Akıllı telefonu bir kenara atacak, haftada bir gün sadece telefon görevi gören eski model bir telefonla Alper‘i arayarak ona rapor verecektim hatta psikolojik danışmanlık alacaktım hem de ücretsiz. Bu kararımı, 5 ay sonra evlilikle taçlandırarak hayatıma devam edeceğim, o dönemde nişanlı olduğum ve kendime hayat arkadaşı olarak seçtiğim kişiye söylediğimde aldığım cevap, beni yalnız biri olarak memleketine dönen ve artık parmağında birine ait bir yüzük taşımayan biri yapacaktı. Üzülmüştüm beni terk etmesine. Gitme kararımı beni Araf’ta bırakarak değerlendirmemi isteyip gidersem ayrılık kalırsam evlilik olacağı şeklinde söylemişti. Hayatini bir erkeğin vicdanına ve merhametine bırakmak, bunu yaparken de kendi ideal ve isteklerini hiçe saymak hiç de Özge öğretmene yakışır bir boyun eğiş olmayacaktı. O Araf’ta düşünmek çok zaman almadı ve memleketine ders çalışmak için dönen Özge öğretmen, kargo kutusuna koyup Ankara’ya yolladığı gelinliği ile yeni bir geleceği çoktan çizmişti kendisine. 1 yıllık hazırlık sürecinin sonunda Türkiye’nin en Doğusuna, İran sınırında bulunan, herkesin kura ile tercih dışı rastgele atandığı yere 7. tercihi olarak atanmıştı Özge öğretmen. Bunu öğrendiğimde nedendir bilmiyorum sevineceğimi, havalara uçacağımı düşünürken gözyaşlarına boğulmuştum. Belki de zafer kazanmak acılı bir süreçtir ve sonucu da insanî bir tepki olan gözyaşıdır... Okulların açılmasından önce güvenlik soruşturmasını bir haftada tamamlamış, evime bana soru sormaya gelen polis abi,”Ya bizim çocuk da kolejde okuyor. Kuzey Kore ve Güney Kore gibi iki zıt kutup arasındayız hangi şekilde sömürüleceğimizi seçtik ve yazdırdık iste birine, sizce de öyle değil mi Özge hocam?” diye sormuş, ben de acı ve manidar bir gülümsemeyle ‘kahve ister misiniz, orta değil de sade yada şekerli’ diye yanıtlamıştım. Okulların açılma vaktinden önce bir sürü prosedür ve işlemi tamamlama sürecine girmiştim artık. Atama için sapasağlam olduğumu kanıtlamam gerekiyordu. Hastane bana sapasağlam olduğuma dair 7 bandrollü rapor verecekti ancak o kadar zaman yoktu ki! Evrak teslim tarihi için 2 gün süre verdiler.
Her bir poliklinikten sıra alıp muayene olup bunları heyete sunmak 2 günde tamamlanabilir miydi? Eğer 200 lira verirsem neden olmasın dediler. Verdim ve 1 günde elimdeki raporlar, evraklar ile uçağa bindiğim gibi ayni gün giderim diyordum ki bu kısıtlı süreyi fark eden uçak firmaları 200 liralık bileti 500 lira yapmıştı. O paraya otobüsle gidip dönülüyor hatta para bile artıyordu. Yanımda ilkokul öğretmenimin arkadaşı, benimle aynı ile hatta ilçeye atanan Esra arkadaşım vardı. Esra atandığı için mutlu ama tercih dışı istenmeyen bir yere gideceği için de kaygılıydı. Van'a ulaştığımızda elinde sapasağlam olduğunu kanıtlamış belgeleriyle onlarca öğretmen Milli EğitimEin kapısındaydı. Sıra yoktu, görevli yoktu. Nereye nasıl teslim edeceğimizi bilmeden, ilk kez geldiğimiz, aç ve uykusuz saatlerce ayakta beklediğimiz ilk günümüz burada çok işimiz olduğunun belki de ilk sinyalleriydi. Neden sonra takım elbiseli abiler bizi bir salona almış, sakin olmamızı söylemiş ve sıraya geçmemizi istemişti. ‘Lütfen bir kalem kâğıt verin ben sıra yapayım’ demiş ve üstüme vazife olmayan ama onlarca insanın hayatını etkileyecek bir başvuru sürecine katkı sağlayacak olmanın mutluluğuyla upuzun bir listeyi yazmaya başlamıştım. Orada günün sonunda işlemler bitmiş, derin bir oh çektikten sonra okulumu görmeye gitmek istemiştim. Merkezden ilçeye gelmek 1 buçuk saat, ilçeden köye gitmek yarım saat sürecekti. Bir minibüse binmiş, bizim başka bir şehirde geldiğimizi hemen anlayan yerli halk yarım yamalak Türkçeleri ile bize gördüklerine sevindiklerini, geceyi geçirecek yerimiz yoksa misafir etmek istediklerini gülen gözleri ve yüzleriyle anlatmaya çalışmış, daha baya yolunuz var diye biraz da bizi korkutmuşlardı.
Hava kararmış, dışarısı görünmüyor ama yol devam ediyordu. Bazıları iniyor bazıları kalıyordu. Birileri kalmaya devam ettikçe istemsiz şekilde mutlu olduğumu hissetmiştim. İlçe merkezine geldiğimizde direkmen okulumuzun servisiyle buluşup, öğretmen evine uğramadan elimizde valizlerimizle köye, okulumuzu görmeye gitmiştik. Biz köye vardığımızda hava epey kararmış, sabahı beklemekten başka çare olmadığını anlamıştık. Lojmanı gösteren servisçimiz kışın hava sıcaklığının burada -30 olduğunu, suların ve elektriğin hep kesildiğini, akşamları kurtlar ve köpeklerin boş tarlalarda lojman çevresinde gezdiğini söylemişti. İçimden ‘Hoş geldin Özge’ demiştim. Servisin ışıkları sayesinde 2 katlı bir okulum olduğunu görebilmiş, araç hızı ancak 20-30 ile gidilebilen bozuk ve karanlık yoldan geri ilçeye dönmüştük. Öğretmen Evi'ne vardığımızda artık gelmeyeceğimizi düşünen görevliler bizi arayıp sormak yerine hali hazırda bulunan müşteriye odamızı verince biz sokakta kalmıştık. Servisçimizin başka pansiyon olduğunu söylemesi üzerine sevinçle oradan ayrılmış ve bütün mağazaların, lokantaların kapalı olduğu saatte aç olduğumuzu söylediğimiz için bize ekmek arası bir şeyler hazırlatabileceğini söylemişti servisçimizin babası Hacı abi. İlçe Merkezindeki tek eğlence mekanı köşk kafede çay içip elimizdeki ekmekleri yerken, Esra bak ne güzel bir kafe, burada gençler de var, sosyal bir yere benziyor diye birbirimize güç vermeye çalışmıştık. Servisçimizin bizi götürdüğü pansiyona giderken; ‘Bak Özge Hocam ilçede bütün meyveler sebzeler böyle dışarıdadır, sadece üzerini çadırla kapatırlar ama kilitlemezler. Burada hırsızlık yoktur, eğer canınız çekmişse kasalardan yersiniz, sabah parasını veremezseniz sahibi size helal eder.’ demişti.
İnsanların yardımsever olması ve birbirine güvenmesi ne muazzamdı. Ne var ki kalacağımız pansiyona vardığımızda merdivenlere yığılıp kalmış gibi oturup hıçkırarak ağlamaya başlamıştım. Servisçimizin anlam veremese de beni teselli etmeye, burada artık yalnız olmadığımızı ve bir sürü dostlarının gelip geçtiğini, bizim de buradan giderken ağlayarak gideceğimizi iddia ederek beni mutlu etmeye çalışmıştı. Şimdilerde ne zaman ki beni kahkaha atarken görse, ‘Özge hocam hatırlıyor musun, ne ağlamıştın merdivenlere oturup’ diye takılır bana...
İlk yılımda öğrencilerimin yeni bir yabancı dil öğrenimine ve dolayısıyla bana karşı önyargılı olabilme ihtimali beni korkutmuştu. Türkçe onlar zaten ikinci dil konumundayken şimdi de İngilizce öğrenmelerini isteyecektim. Okulumuz bizden önce burada çalışan arkadaşlarımız sayesinde capcanlı ve renkliydi. Ancak İngilizce bakımından yetersizdi. Okulumuzdan tayini çıkıp giden arkadaşlarımızın çalışmaları bana da feyz oldu.
Bizden önceki eğitimcilerden teslim alıp onların emeklerini korurken daha ileriye götürmek için çalışmak burada bulunmayı daha anlamlı kılacaktı. Kendi alanımdaki öğrenme yöntem ve metodlarını yansıtan bir sokak tasarlayarak işe başlamak istedim. Profesyonel ve kalıcı bir çalışma için maliyeti hesaplayıp ödemeyi nasıl yapacağımı sordu matbaa görevlileri. Onlara bu tasarımı tamamen kendi bütçemden karşılayacağımı ve taksit yapmayacağımı söyledim. Hayalimdeki sokağı sayfalara çizip yazarak tasarlamış sadece dijital ortama aktarıp baskı ve montaj yaptırma işi kalmıştı. Tesadüfen tanıştığım ve benden 1 yıl önce ilçemize atanan başka bir İngilizce öğretmeni arkadaşıma heyecanla bu fikrimden bahsettiğimde bu projeyi neden TÜBİTAK işbirliğiyle yapmadığımı sordu. Başka kurum ve kuruluşlarla irtibata geçmeyi hiç düşünmemiştim. İstediğim ve ihtiyacım olan her şeyi kendi başıma halletmeye çalışmak bir kişilik özelliği haline geldiği içindir belki de... Bu konuda bana yardımcı olurlar mıydı, çağrıma cevap verirler miydi, süreç nasıl işliyordu, TÜBİTAK beni ciddiye alıp, bana inanıp okulumu destekleyecek miydi? Konuyla ilgili araştırma yapmaya koyulmuş ve proje başvurusu nasıl yapılır, şartlar nelerdir, hangi tarihlere dikkat etmem gerekir gibi noktaları öğrenmeye çalışmıştım. İlk kez bu kadar ciddi bir kurumla işbirliği yapacak ve ilk kez tamamen bana ait olan devasal bir ürünü ortaya koyacaktım.
Kolejde her şey merkezden geliyor, her şeyi koordinatörler ayarlıyor, kurumsal mekanizmada her şey tıkır tıkır işliyordu ve bizler rüya gibi okullarda tüm enerjimizi bu materyalleri kullanarak eğitim öğretime yapmaya harcıyorduk. İş başa düşmüştü ve bir zaman sonra fotokopi çekmek için kağıt bulamamak, öğrencilere temel kırtasiye malzemesini sürekli temin etmek rutinimiz haline gelecekti. Bu kanıksama sürecine kadar hayal gücünü merkeze koyarak atölye tarzı üretim sınıflarında çalışmayı seven Özge öğretmen müdürü tarafından gözlenildiğinden ve psikolojik bir süreçten geçtiğinin farkında değildi. Yapmak istediklerini uygulamaya koymak istedikçe yokluk ve imkân olmaması bir zaman sonra Özge öğretmen de patlama yaşamasına sebep olacağı müdürümüz tarafından yardımcılarına önceden söylenmişti. ‘Şu an doluyor, bir süre sonra patlayacak’ demişti. Haklı çıkmıştı ve isyankâr tavrım nedeniyle odasına çağırıldığımda bunun yaşanacağını bildiğini, çalışmalarımın, uğraşlarımın ve emeklerimin sekteye uğramasının bende kızgınlığa sebep olacağını öngördüğünü paylaşmıştı ben karşısında ağlarken... TÜBİTAK’ın tek başıma böyle bir işbirliği ve destek başvurusu yapabileceğim ilanı mevcut değildi. Hayalimi kendi düşündüğüm şekilde uygulamaya daha ilk hafta okula geldiğimde karar vermiştim. Okul sureci başlamış ve ben kağıtlara tek tek her bir ayrıntısını çizdiğim, her kelimesini tek tek yazdığım ve kavram haritalarının, zihin haritalarının şekil zemin ilişkisine kadar her şeyi kontrol ettiğim dijital hazırlama süreci okuldan arta kalan zamanlarda matbaada devam ediyordu. 1 ay sonra TÜBİTAK okulumuza bir çağrı metni yollamış ve ortaokul öğrencileriyle bilim fuarı yapabileceğimizi ve onlara göndereceğimiz en az 10 projeyi beğenirlerse bizi destekleyeceklerini söylüyordu. Kendi projemi bu sürece dahil edebilirdim ama bunun sebebi maddiyat yada parasal destek alabilmek değildi. Okulda kağıt bile yokken bizler 10 farklı proje yazarak hem başka ihtiyaçlarımızı alabilir hem de öğrencilerimizi en az 10 farklı alanda farkındalıklarını artırabilir, bilimsel süreçlere dahil edebilir, araştırma öğrenme basamaklarını onlara anlatabilir ve her şeyden önce evde soru sorduğu için dayak yiyen Ünzileleri Milli Eğitim Müdürünün, şube müdürlerinin, onlara dayak atan ebeveynlerinin karsısında sorularının cevaplarını sunum yatırabilirdik.
Fakat bu işi kim organize edecekti, kim görevli olacaktı, yapabilecek miydik, en az 10 tane bilimsel proje yazabilecek miydik? Bizim bu destek başvurusuna katılıp katılmayacağımızı müdürüme ve yardımcımıza sorduğumda henüz belli olmadığını söylemişlerdi. Süreçte belirsizlik vardı; nasıl organize edeceğiz, yapacak mıyız diye sessizce düşünürken okuldan eve döndüğümüz sırada tüm öğretmen arkadaşlarımın ve müdürümün bulunduğu okul servisinde whatsapp’ta Çaldıran TÜBİTAK grubuna beni eklediklerine dair bir bildirim alındığımı müdürüme söyledim. Müdürüm ise ‘projeniz olduğunu bildikleri içindir hocam’ cevabını vermişti. Bilim fuarlarını internetten araştırdığımda bu işin bir koordinatörü olduğu ve tüm sorumluluğun, proje girişlerinin, hazırlık sürecinin ve serginin onda olduğu yazıyordu. Fakat bizim okulumuzda bu kişi kimdi, başka projeler yapılacak mıydı, hepimiz bunu istiyor muyduk bu kısım belirsizdi. Koordinatör olmanın zorluğu ve çalışma yükünü TÜBİTAK’ın sayfasında okumuş ve hiç yapmadığım bir görevi başarıp başaramayacağımı kendime sormuştum. Bu kararı müdürüme ayaküstü yolda karşılaştığım sırada ‘ben yaparım hocam’ şeklinde belirtmiştim. Sonradan anlamıştım ki zaten o whatsapp grubunda sadece okullardan seçilen TÜBİTAK koordinatörleri, okul müdürleri ve müdür yardımcıları ekli imiş. Nihayet taşlar yerine oturmuş ve biz toplantı sonrası okul olarak bu fuarı yapmaya karar vermiştik. Oldukça meşakkatli ve zor bir hazırlık sürecinin sonunda 17 tane projeyle Galatasaray Ortaokulu olarak bilim fuarımızı yapmaya hazır hale gelebilmiştik. Açılış konuşması öğrencilerim tarafından uluslararası platformlardaki gibi hem Türkçe hem İngilizce olarak yapılmıştı. Golf oynayan, şiir dinletisi yapan, tiyatro sahneye koyan, birçok farklı ritmi aynı anda karton bardaklarla çalarak müzik ziyafeti veren, Van’ın tarihi turistik güzelliklerini tek bir tabloda yalnızca taş boyama ile sunan, film gösterimi için İngilizce olarak bilet ve mısır satışı yapabilen ve artık bu dili günlük hayatta işlevsel şekilde konuşabilen, “Kim milyoner olmak ister “ yarışmasını İngilizce formatta sunan, fen bilimleri alanında deneyler yapabilen, ağaç dikme bilinci ve doğa sevgisi kazanan, matematik işlemlerini çok kısa sürede farklı yöntemlerle hesaplayabilen, karikatür ve mizah anlayışı gelişmiş öğrencilerimiz 8 aylık bir hazırlık sürecinin ürünleriydi. Bu süreç öğrencilerimi geliştirip değiştirirken bana da çok şey katmış; insanlara, çalışma hayatına, dostluğa, özveriye, gönülden çalışmaya ve yönetime dair pek çok konuda yeni deneyimler kazandırmış, bazen doğrularımı sorgulatmış hatta değiştirmişti. Değiştirmediğim şeyler ise iyi niyetle, vicdan temelli çıkarsız ve hesapsız bir şekilde çalışkan olmaktır. Müdürümün süreç sonunda bir daha böyle bir işe kalkışıp kalkışmayacağımı sorduğunda cevabını ertesi yıl tek başıma 10 proje yazarak, bulunduğum ilçede başvurusu kabul edilen 5 okuldan biri olmayı başararak verecektim. Çalışma şekliniz, tarzınız, gelişmeye ve öğrenmeye karşı isteğiniz elbette kimseyle aynı olmak zorunda değildir ve sizi siz yapan değerler başkalarının davranış şeklinden bağımsız olmalıdır. Öğrencilerimdeki değişimi görmek, farkındalığı artmış ve ufku gelişmiş bireyler olmasına katkı sağlamak yorgunluğa ve hatta bazen yalnızlığa değiyor. Ali Şeriati'nin “Ben sizi rahatsız etmek için geldim” cümlesi belki de yalnızca tahtaya yazdıklarını defterlerine aktarmasını isteyen ve tek gayesi 4 şıktan hangisinin doğru olduğunu ezberletmeyi eğitimci olmak sanan kişiler için söyleyebileceğim bir sözdür. Rahatsız etmek, istemedikleri sürece zorla sokmaya çalışmak manasında değil, dayatılan müfredat dışında öğrencilerde sınav ve not kaygısından arınmış, araştırma yapmayı ve öğrenmeyi öğrenmek bilincini geliştirmeyi kendine hedef edinen eğitimcilerin cesurca kendini ortaya koyması ve bunu her türlü dedikodu, kıskançlık, egoistlik ve engellemeye rağmen yapmak anlamındadır. Emeğini her koşulda esirgemeyen ve zorluklar karşısında yılmadan kardelenlerin açmasına yardımcı olan tüm meslektaşlarıma saygı ve sevgilerimle.. |
946 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |